Tarikatlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarikatlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kasım 12, 2009

Şeyh Edebali Kimdir Osman Beye Vasiyeti Nedir


Şeyh Edebali'nin Osmanlı İmparatorluğu Kurucusu Osman Bey'e Vasiyeti

Şeyh Edebali (1206 - 1326) شيخ اده بالي, Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında yaşamış bir İslam ilahiyatçısı din bilgini, Ahi şeyhi, Osman Gazi'nin kayınbabası ve hocası, Orhan Gazi'nin dedesi bir anlamda da sonradan imparatorluk olacak Osmanlı Devleti'nin fikir babasıdır.

Ciddi kaynaklara göre, aslen Karamanlı'dır. İlk tahsilini memleketinde yapan Edebali, tahsilini Şam'da tamamlamıştır. Tefsir, hadis ve özellikle İslam hukukunda uzmanlaşmıştır. Mevlana gibi, zamanının büyüklerinin sohbetinde bulunmuştur. Tasavvuf yoluna girdiği, Baba İlyas halifelerinin ileri gelenlerinden olduğu belirtilmektedir. Doğum tarihi kesin olmamakla beraber, 1206 yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir.

Alim, faal, varlıklı, çevresi için örnek teşkil eden bir kişi olan Şeyh Edebali, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir ve halkı aydınlatırdı. Bilecik'te bir dergah yaptırmış, Osman Gazi'yi de birçok defa burada misafir etmiştir.

Rivayete göre, Osman Gazi'nin dergahta bulunduğu bir gece, rüyasında Şeyh Edebali'nin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç bitip dallarının alemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan geçtiklerini görmüştü. Sabah olup rüyayı anlatınca, Şeyh Edebali rüyayı şöyle tabir etmiştir:

"Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Malhun Hatun la evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişahlar gelecek, ve nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, Allah nice insanın İslam'a kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir."

Gerçekten de öyle olur, altı asırdan fazla devam edecek olan bir imparatorluğun temelleri Osman Gazi ile atılır ve bunun ilk müjdecisi Şeyh Edebali olur.

1326'da 125 yaşlarında Bilecik'te vefat etmiş, dergâhının yanında gömülmüştür.

Eskişehir'de de adına bir türbe yapılmıştır. Vefatından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da damadı Osman Gazi vefat etmiştir.

Ünlü Osmanlı tarihçisi Cenabi'nin "Cenabî Tarihi" adıyla da bilinen "el-Hâfilü'l-Vâsıt ve Aylemü'z-Zâhirü'l-Muhît" adlı Arapça eserinin Süleymaniye Kütüphanesi'nde kayıtlı bir nüshasında mevcuttur. Mustafa Cenabi, 1540-1590 yılları arasında yaşamıştır, kendisi bütün kaynaklara göre Arap'tır, ondan önce kimse Edebali'nın böyle bir vasiyetinden söz etmemiştir.

Masonların Ağzından Mason Olmak


Mason Nedir Mason Kimdir Ünlü Türk Masonları Gerçekmi Efsanemi

''Masonların Ağzından Masonluk ve Ünlü Türk Masonları''


Ülkemizde 1909 yılından beri faaliyet gösteren Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası bir internet sitesi kurdu. mason.org tr. adresli sitede, masonluk hakkında merak edilen tüm sorulara yanıt veriliyor.

Türk masonlarının lideri Kaya Paşakay, "Gizli olmak, gizemli kalmak gibi bir amacımızın olması ne mümkün, ne de gereklidir" diyerek, masonluk hakkında doğru bilgileri vermeyi hedeflediklerini belirtiyor. İşte masonların tarifiyle masonluk.


Masonluk nedir?

Günümüzdeki masonluk, Rönesans ve reform süreçlerini izleyen aydınlanma çağında kurulmuş; akılcılık, bilimsellik ve insanlığın oluşumundan bu yana ortaya çıkarak, insanlığın gelişimine ve bilgi birikimlerine katkıda bulunmuş bir kültür ve fikir üst yapı kurumudur.

Amaçları neler?

Semboller ve alegoriler aracılığı ile aşıladığı yüksek ahlâk ilkeleri ve erdemleri özümletmeye çalışarak, olgunlaşmalarına yardımcı olduğu üyeleri masonlarla, dünyada din, dil ve ırk ayırımı olmaksızın tüm insanların eşitlik ve barış içinde kardeşçe yaşayacakları bir sevgi düzeninin kurulmasını sağlamaya çalışmak. Masonluk, bu ülküsünü insanlık Mabedi inşası olarak tanımlar.

Nasıl mason olunur?

Yeni üyelerin, yasa ve tüzüklerde belirtilen niteliklere uygun, Allah''a inanan, hür, belli bir kültür seviyesine sahip, aydın, çevrelerinde iyi tanınan, iyi ahlaklı, namuslu, dürüst, şerefli ve çalışkan kişiler olmalarına özen gösterilir. Bu nedenle adaylar özenle incelendikten sonra dernek üyeliğine kabul edilirler.

Mason eşinin sıfatı ''Hemşire''dir. Bir adayın masonluğa kabul edilmesi için eşinin rızası şarttır. Masonların 18 yaşını doldurmamış erkek çocukları için yılda bir kere masonluğu tanıtıcı özel toplantılar yapılır.

Allah inancı olmayan giremez
Masonlar ilkelerini şöyle sıralıyor:

-Masonluk, Allah''a inanan bir Kardeşlik Kurumu''dur.

-Tüm insanlar için ortak bir insanlık Ülküsü''nün gerekliliğini kabul eder. Bu ülkünün gerçekleştirilmesi için şu noktaları önemli sayar: Sevgi, saygı ve hoşgörü, insanın temel hak ve özgürlüklerine saygı, hak ve vazife eşitliği, evrensel kardeşlik, bilimsel gelişme.

-Masonluk, vicdan, inanç ve düşünce özgürlüğünü temel bir hakkabul eder.

-Masonlar, vatandaş olarak ülkelerinin yasalarına uymak ve vatanlarına sadakatle hizmet etmek zorundadır. Masonlar için, ülkelerinin bağımsızlığı kutsaldır.

-Masonlar, Loca adı verilen birimler halinde çalışırlar. Loca, tarafsız ve huzurlu bir ortamdır. Localarda din ve politika tartışmaları yapılamaz.

-Masonluk, üyeleri arasında din, mezhep, ırk, dil, inanç, unvan ve makam ayrımı yapmaz. Hiçbir inancı ve ülküsü olmayanları arasına kabul etmez.

-Masonun amacı her bakımdan gelişmiş bir insan olmaktır.

-Masonluk, hiç kimseyi mason olması için zorlamaz. Mason sıfatını kazananlar, istedikleri an üyelikten ayrılabilir.

Masonluk siyonist bir gizli örgüt mü?

Hayır. Masonluk Siyonist bir kuruluş değildir. Yahudilikle ve Yahudilerle hiçbir ilgisi yoktur. Siyonizm, Masonluğun kuruluşundan çok sonra ortaya çıkmış bir olgudur. Masonik semboller Hz. Süleyman tarafından inşa edilen mabedin yapımına ilişkin efsanelere dayandığından, masonluğun Yahudi kuruluşu olduğu sanılır. Hristiyan dünyasında, piskoposlar ve rahipler; İslâm dünyasında şeyhülislâm, imam ve diğer önemli din önderi masonlar vardır.

İşte Türkiye''deki ünlü masonların listesi

Padişah bile masondu

Devlet adamları ve politikacılar
* Osmanlı Padişahı V.Murad
* Şehzade Kemalettin Efendi
* Şehzade Nurettin Efendi
* 5.Murad''ın Başmabeyincisi Ahmet Seyid
* Sadrazam Koca Mustafa Reşit Paşa
* Sadrazam Ali Paşa
* Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa
* Sad. Tunuslu Ethem Paşa
* Sadrazam Hayrettin Paşa
* Sadrazam Mithat Paşa
* Sadrazam Ahmet Vefik Paşa
* Sadrazam 1. Hakkı Paşa
* Sadrazam Talat Paşa
* Maliye, Maarif ve Evkaf Nazırı M.Raşit Are
* Bahriye Nazırı Cemal Paşa
* Maliye Nazırı Cavit Bey
* Maliye Nazırı Tevfik Bey
* Hariciye Nazırı Ahmet Nesimi Sayman
* Nafia Nazırı Ali Münif
* Posta Nazırı Kirkor Agaton
* Devlet Adamı ve Yazar Ethem Pertev Paşa
* Devlet Adamı ve Musikişinas Prens M.Abdülhalim Paşa
* Prens Aziz Hasan Paşa,
* Devlet Adamı ve Şair Süleyman Asaf
* Şam Valisi ve Abdülhamid''in Damadı olan Damat Ahmet Nami Bey
* Ankara Valisi Reşit Paşa
* İttihat ve Terakki Fırkası Umumi Katibi Mithat Şükrü Bleda
* Maliye Müs. Faik Süleyman,
* Hürriyet Kahramanı Resneli Niyazi
* Büyük Millet Meclisi Reisi Kazım Özalp
* Başbakan Hasan Saka
* Başbakan S. Hayri Ürgüplü
* Adalet Bakanı Mümtaz Ökmen
* Başbakan Yardımcısı Akif İyidoğan
* Dışişleri Bakanı Bekir Sami Daça
* Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras
* Dışişleri Bakanı Selim Sarper
* İçişleri Bakanı Mehmet Cemil Uybadın
* İçişleri Bakanı Şükrü Kaya
* Adalet Bakanı Hasan Menemencioğlu
* Milli Eğ. Bakanı Vasıf Çınar
* Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati
* Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel
* Milli Savunma Bakanı Münir Birsel
* Milli Savunma Bakanı Hulusi Köymen
* Tarım Bakanı Reşat Muhlis Erkmen
* Çalışma Bakanı Mümtaz Tarhan
* Tic. Bakanı Zühtü Velibeşe
* Tic. Bakanı Ahmet Dallı
* Milli Emniyet Bakanı Celal Tevfik Karasapan
* Atatürk''ün Yaveri, Bolu Milletvekili Cevat Abbas Gürer

Askerler

* Humbaracı Ahmet Paşa
* İngiliz Amirali ve Türk Müşiri olan Hobart Paşa
* Abdülaziz''in Başmabeyincisi Namık Paşazade
* Hüseyin Cemil Paşa
* Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa
* Müşir Fuat Paşa
* Cihan Harbî''nde Kafkas Cephesi''nde şehit olan Hüseyin Hüsnü Paşa
* Birinci Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis Paşa
* Jandarma Genel Komutanı Ali Remzi Yiğitgüder Paşa
* Hava Kuvvetleri Komutanı Zeki Doğan Paşa
* Münakalat Vekili Yümni Üresin Paşa
* Yüksek Şura Üyesi Eşref Manas Paşa

Bilim adamları

* Kızılay ve Çocuk Esirgeme Kurumu''nun kurucularından Mehmet Ali Baba
* Sözlükçü, Yazar Hüseyin Kazım Kadri
* TTK Başkanlığı yapmış olan Hasan Cemil Çambel
* İktisat Profesörü Mustafa Zühtü İnhan
* Tıp Profesörü Neşet Ömer İrdelp
* Coğrafya Profesörü Faik Sabri Duran
* Psikoloji Profesörü Mustafa Sekip Tunç
* İTÜ Rektörü Mustafa İnan
* Tıp Profesörü M.Kemal Öke
* Eğitimci, Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Hayrullah Örs
* Hukuk Profesörü Vasfi Raşit Seviğ
* Tıp Profesörü Besim Ömer Akalın
* Tıp Profesörü Niyazi İsmet Gözcü
* Fen Fakültesi Dekanı Hüseyin Hamit
* Rektörlük de yapmış olan Profesör Mustafa Hulki Erem
* Y.Müh., Rektör Suphi Kamil
* Ord. Prof .Dr. Burhanettin Toker
* Fizik Profesörü Salih Murat Uzdilek
* Ord.Prof.Dr. Fahri Arel
* Prof.Dr.Muzaffer Şevki
* Matematik Profesörü Dekan Kerim Erim
* Müzikolog Cevad Memduh Altar
* Tıp Profesörü ve Rektör Kazım İsmail Gürkan
* İktisat Profesörü Mehmet Ali Özeken
* Tarih Profesörü ve TTK Başkanı Enver Ziya Karal

Şairler yazarlar

* Şinasi
* Ziya Paşa
* Teodor Kasap
* Namık Kemal
* Güllü Agop
* Mehmet Emin Bey
* Ahmet Rasim
* Diran Kelekyan
* Mehmet Emin Yurdakul
* Rıza Tevfik
* Hüseyin Cahit Yalçın
* Ziya Gökalp
* Mithat Cemal Kuntay
* Ahmet Emin Yalman
* Reşad Nuri Güntekin
* Agah Sırrı Levent

Sanatçılar

* Şükrü Şenozan
* Ali Sami Boyar
* Nazmi Ziya Güran
* Namık İsmail
* Behzat Butak
* İ.Galip Arcan
* Ramiz Gökçe
* Nurullah Şevket Taşkıran
* Mesut Cemil Tel
* Mithat Fenmen
* Ayhan Işık
* Orhan Tanrıkulu
* Haluk Tezonar

Din adamları

* Şeyhülislam Musa Kazım Efendi
* Şeyhülislam İzzettin Efendi
* Şeyhülislam Hayri Efendi
* Berlin Sefareti Baş İmamı Mustafa Hafız Şükrü
* Sefaret İmamı Haşim Veli
* Müderris Mahmut Esad Efendi

Eğitimciler

* Muvaffak Benderli
* Yontov Garti
* Hikmet Gürtav
* Mehmet Ali Kırca
* Celal Öget
* Halit Sarıkaya
* Ali Teoman

Kaynak: www.gazetevatan.com

Bookmark and Share

İttihat ve Terakki Nasıl ve Neden Kuruldu


İttihat ve Terakki Neydi İttihatçılar Kimdi İttihat ve Terakki Nasıl Oluştu?

Osmanlı İmparatorluğu tarihinde 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın başlarında kuruluşunda İtalyan bir örgütü örnek alan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin oluşum süreci 1800'lerin başından beri gelişen olaylar sonucu ile ilişkilidir. Yenilikçi ve gelenekçi mücedelesi bütün 18. yüzyıl boyunca devam etti. 3 Kasım 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile başlayan devre; 1876–1878 yılları arasındaki I. Meşrutiyet Devri; 1878–1908 yılları arasında II.Abdülhamit'in istibdat devri ve 1908'den sonrasında ise II. Meşrutiyet Devri olarak devam etmiştir.

II. Mahmud döneminden itibaren başlayan Tanzimat ortamında yetişen Mithat Paşa, Namık Kemal gibi kişilerden oluşan bir grubun yapılan ıslahatları yeterli görmemeleri ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kurtuluşu için meşruti idarenin getirilmesi yönündeki çabalarıyla 1876 Anayasası ilan edilmiştir. 1875 yılında dış borçlanmanın artması ve Osmanlı Devleti'nin mali açıdan iflas etmesi, Balkanlar'da Osmanlı alehtarı hareketlerin artması devletin durumunun gidişatının kötü olduğunu ve yeni önlemler alınması gerektiğini ortaya koymuştu. Mithat ve Hüseyin Avni Paşalar 30 Mayıs1876'da askeri bir darbe ile Sultan Abdülaziz'i tahttan indirerek yerine V. Murad'ı oturtmuşlardı. Ancak onun da sağlık problemlerinden dolayı tahtta kalması sakıncalı görülmüş ve II. Abdülhamid, Kanun–ı Esasi'yi ilan etmek şartıyla tahta çıkmıştı. Bir ferman anayasası olarak nitelendirilen Kanun–ı Esasi, meşruti idare öngörmekle beraber padişahın yetki ve idaresi anayasa hükmü kazanmıştı. Ancak 14 Şubat1878 tarihinde II. Abdülhamid, Kanun–ı Esasi’nin ilgili maddesi gereğince Osmanlı – Rus Savaşı’nı da gerekçe göstererek mebusanları dağıttı ve I.Meşrutiyet devri sona erdi. 1878 yılında Meclis–i Umumi'nin kapatılmasıyla Osmanlı Devleti’nde II.Abdülhamid'in yönetimi eline aldığı istibdad dönemi başladı. 1908 yılına kadar sürecek bu dönemde II.Abdülhamid iktidarı elinde bulundurmayı başarmış olsa da kendisine karşı olan oluşumlara engel olamadı. İşte bu oluşumların başında da İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türkler geliyordu.

19. yüzyılda Avrupa'da çeşitli ülkelerde ortaya çıkan radikal akımlardan etkilenen Osmanlı aydınları Jön Türkler, Abdülhamit rejimine muhalefet eden herkesi, ki buna Ermeniler ve Rumlar da dahil olmuştu, ulusçu eğilimleri ön plana çıkan bir grup oluşturmuşlardı. Önce sadece Türkler, daha sonra Türkler arasında sadece İttihatçılar için kullanılır bir terim oldu. I.Meşrutiyet için çalışan Namık Kemallerin kuşağına, gerekse II.Meşrutiyet için çalışanlarına Jön Türk denildiği halde, Türkiye’de Jön Türk deyince daha çok 1889'dan sonraki dönemde, II. Meşrutiyet için çaba gösterenler anlaşılmaktadır. İlk devrimci kuşak ise Türkiye’de daha çok Yeni Osmanlı'lar diye tanınmaktadır. Osmanlı Devleti’ndeki muhalif güçlerin birleşmesinden oluşan bu grubun hedeflerinin başında süregelen rejimin değişmesi yatıyordu. Bu zümre eğitimli kesimden oluşuyordu. 1892 yılında Abdülhamit cemiyetin varlığından haberdar olmuştu. Okul kumandanı Ali Saip Paşa görevinden alınmış, bu komployu önlemekle görevlendirilen askeri okullar müdürü Zeki Paşa iş başına getirilmişti. Birçok öğrenci sorguya çekilmiş, aralarında Abdullah Cevdet, Giritli Şefik ve Şerafettin Mağmumi'nin de bulunduğu bir kaçı tevkif edilmiş ve nihayet bu olayları protesto eden on dört öğrenci daha tutuklanmıştı. Komplocuların bu ilk dönemde fazla ciddiye alınmadıkları, Abdullah Cevdet'in bir süre sonra okula devam etmesine izin verilmesinden ve padişah aleyhine çalışmalarını sürdürmesinden anlaşılmaktadır.

Cemiyet 1892 yılında Ahmet Rıza Beyle ilişki kurulmuşsa da A.Rıza Bey hareketle pek alakadar olmamıştır. 1894 tarihinde ise; kendisi Paris'te bir anda, bir muhalif Türk kolonisinin oluştuğunu fark etmiştir. Ahmet Rıza Bey, Auguste Comte pozitivizmi ile Namık Kemal'in ütopik 'Osmanlı Milliyetçiliğini' birleştirmişti. Cemiyetin Paris başkanı oydu. Sıra cemiyetin yayın organını çıkarmaya gelmişti. İstanbul'daki merkezi örgüt, gazetenin adının İttihadı İslam olmasını istiyordu. Ahmet Rıza ise gazetenin sadece Müslümanların değil, Yahudi, Rum, Ermeni yani tüm Osmanlı'nın çıkarlarını gözeteceğinden, adının İttihat ve Terakki olmasında ısrar ediyordu. Doktor Nazım ise orta yolu buldu ; gazetenin adı Meşveret oldu ve ayda iki defa altı sayfa olarak çıkacak olan gazete 1 Aralık1895'te yayın hayatına başladı. İttihat ve Terakki'nin planları arasında, bazı yüksek düzeydeki kişilerin işbirliğinin sağlandığı belirtilerek, batıya güven verilmekteydi. İkinci olarak, düzenin korunması açısından hanedanın yıkılması değil de, ilerleme anlayışının yayılması istenmekte, “Düzen ve ilerleme” düsturuna bağlı bulunulduğu ve şiddet yoluyla elde edilecek ödünlerden nefret edildiği söylenmekteydi. Üçüncü olarak, belirli vilayet ya da milletler için değil, fakat tüm Osmanlılar için ıslahatın gerekli olduğu vurgulanmaktaydı. Dördüncü olarak, ilerlemenin gerekli olduğu savunulmakta, ama Osmanlı varlık koşullarının ve Doğu uygarlığının da özgünlüğünün korunması ve batıdan ancak bilimsel evriminin genel sonuçlarının özümsenerek alınması istenmekteydi. Beşinci olarak da, Osmanlı iktidarına karşı yapılan yabancı müdahalelere karşı olunduğu belirtilmekteydi.

1899 yılından sonra İngiltere, çeşitli yollardan yurt dışında kalan İttihat ve Terakki muhalefetini desteklemeye başladı. Yurtdışı muhalefet örgütlerinin güçlenmesi sonucu genel bir kongre toplanması kararı alındı. II.Abdülhamit'in eniştesi Damat Mahmut Paşa'nın oğlu Prens Sabahattin'nin bu örgütlere katılması ile muhalefet güçlenmişti. Sabahattin'e göre Osmanlı Devleti'nde yapılacak iş, meşrutiyetin ilanı ile bitmemektedir, çünkü Abdülhamit istibdadı, büyük ölçüde toplum şartlarının sonucudur. Bu şartlar değiştirilmezse, yeni bir istibdat kaçınılmaz olur. Meşrutiyetle birlikte istibdadın gerçekten kökünü kazıyabilmek için, devlet yönetiminde ademi merkeziyeti kurmak, kişilerde de şahsi teşebbüsü geliştirecek tedbirler almak gereklidir. Jön Türkler, II.Abdülhamid aleyhindeki çalışmalarına “hürriyet”i kurtarmakta olduklarını söyleyerek başlamışlardı. Prens Sabahattin, İttihat ve Terakki'nin kurucuları gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nu kurtarma noktasından hareket ediyordu. ; fakat ona göre İmparatorluğun zaafını meydana getiren, bir tür hürriyetsizlikti. Her şeyin devlete bağlı olarak, devletin izniyle ya da devletin baskısıyla yapıldığı bir ülkede kişilerin kişisel yeteneklerini göstermesi mümkün değildi. Hatta, o ülkedeki çeşitli birimlerin, grupların da ülkeye bağlanması mümkün değildi. Yapılması gereken, Türkleri memuriyet tutkusundan kurtarmak, kabiliyetlerinin gelişmesini sağlamak ve imparatorluğun içindeki alt-din ve kültür gruplarına kendi kimliklerini geliştirecek siyasi imkanları tanımaktı. İttihat ve Terakki içinde belirmeye başlayan görüş ayrılıklarını gidermek ve bütün Jön Türkleri bir araya getirmek amacıyla Sabahattin ve Lütfullah Beylerin ortak bildirgesiyle 4 – 9 Şubat 1902 tarihinde Paris'te Birinci Jön Türk Kongresi toplandı. Kongrede tartışılan iki temel sorun; inkılabın sadece yayın yoluyla başarılamayacağı, aynı zamanda ihtilal metodunu da kullanmak gerekebileceği ve inkılabın başarılabilmesi için yabancı devletlerden destek almak gerekeceği idi. Tartışmalar sonucunda kongre o zamanın değimi ile “Müdaheleciler” ve “Ademi Müdaheleciler” diye iki gruba ayrıldı. Prens Sabahattin'nin yanında yer alan müdahelecilerin karşısında Ahmet Rıza Bey'in liderliğini yaptığı ademi müdaheleciler yer alıyordu. Ahmet Rıza Bey'in grubu esas İttihat ve Terakki Cemiyetini meydana getirecek ve giderek çoğunluğu kazanıp duruma egemen olacaktı. Müdahaleciler, Prens Sabahattin Beyin liderliğinde hemen Paris'te, Teşebbüsü Şahsî ve Ademi Merkeziyet Cemiyeti'ni kurdular. Adından da anlaşılacağı üzere, bu cemiyet liberal bir felsefeye sahip olup, “ademi merkeziyet” ve “tevsii mezuniyet” dediği, yerel yönetimlere ağırlık vermekteydi. Vilayet merkezindeki vali, mali ve adli amirler hükümet tarafından tayin edilecek, fakat vilayetin yönetimi, vali başkanlığında, yerel halkın seçtiği bir meclis tarafından yürütülecekti. Yerel memurlar vali tarafından ve “ırk nisbeti” gözetilerek tayin edilecekti.

Ahmet Rıza Bey liderliğindeki “Ademi Müdahaleciler” ise, İttihad ve Terakki adını değiştirerek yine Paris'te Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti'ni kurdular. İttihatçiler 1908'de başa gelene kadar özgürlükçü ve ulusçu, Alman, İngiltere ve Amerikan sisteminden daha çok Fransız sistemine yakın iken, diğer grup idare yetkilerinin genişletilmesi ve merkeziyetçilik üzerinde durmuşlardı. Meşrutiyet, İttihat ve Terakki'ye bağlı subayların baskısıyla ilan edilmişti, ama aslında görünüşte de olsa Meşrutiyet'i ilan eden yine de Sultan II.Abdülhamid idi. Dolayısıyla Meşrutiyet döneminin başında İttihat ve Terakki’yle arasında kendiliğinden zorunlu bir anlaşma doğmuştu. İttihat ve Terakki'nin denetleme iktidarı döneminde, cemiyet doğrudan ön plana çıkarak, siyasal iktidarı üzerine alamadı. İktidara dolaylı yollardan egemen olmaya, onu perde arkasında kalarak yönetmeye çaba harcadı. Bu karmaşık siyasal mekanizma, doğal olarak birçok siyasal sorunu da beraberinde getirdi.

Çok geçmeden İttihat ve Terakki'ye karşı olan muhalefet sertleşti, bunda İttihat ve Terakki'nin sert siyasetinin de rolü vardı. Ayrıca ittihatçılar Meşrutiyet'e ve vatana ihanet ettiğini düşündüğü siyasal kişiliklere karşı açıktan açığa siyasal tedhiş yöntemleri uygulamaktan da kaçınmıyordu. İttihat ve Terakki'nin egemenliği altında Mebusan'ın Kamil Paşa hükümetini düşürmesinden sonra kurulan Hilmi Paşa hükümeti sırasında da cemiyetle hükümet arasındaki çalkantılar azalacağına daha da arttı. Gerçektende 31 Mart Ayaklanması'na doğru siyasal çatışmanın serleştiği ve arttığı görülmektedir. 31 Mart ( yeni takvimle, 13 Nisan1909 ) olayı asker – softa bağlaşması aracılığıyla, muhalefetin yaptığı sonuçsuz kalmış bir hükümet darbesidir. İrticai bir faaliyet olarak görülen bu faaliyette, Almanya ve İngiltere’nin parmağı olduğu görüşü ortaya çıkmıştı. 31 Mart Olayı Ahrar Fırkası’nın da sonunu getirdi. Hatta 31 Mart Olayı'nda Prens Sabahattin Bey'in de kışkırtması olduğu iddiası ile tutuklanmış ise de sonra serbest bırakılmıştır.

II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra Ahmet Tevfik Paşa hükümetinin düşürülmesi üzerine İttihat – Terakki'nin arzusu ve isteği doğrultusunda Hüseyin Hilmi Paşa sadrazamlığa getirildi. İttihatçılar bu hükümetten çok şey bekliyordu. Zira, isyan bastırılmış, muhalefet susturulmuş, İstanbul ve taşrada İttihat – Terakki'nin asker ve sivil kanadı duruma hakim görünüyordu. 31 Mart Ayaklanması'nın bastırılmasından sonra oluşan sıkı yönetimin sert tutumu nedeniyle İttihat ve Terakki2ye karşı muhalefet yapabilecek bir ortam kalmamıştı. Hatta ılımlı muhalefete karşı dahi bu sert tutumdan vazgeçilmiyordu. Bununla birlikte gerek meclis içinde ve gerekse dışında muhalefetin zamanla toparlanmaya başladığı görülmektedir. İttihat ve Terakki'nin tam olarak iktidarda olduğu dönemde 3 önemli şahsiyet vardır. Bunlar : Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa'dır. Osmanlı son dönem siyaseti bu üçlünün ekseninde dönmüş ve Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı'na da bu üç liderin faaliyetleriyle girmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin 1892lerden başlayıp 1918'e kadar resmen devam eden siyasi hayatı bu tarihten sonra da son bulmamıştır. Dönemin koşullarını iyi değerlendirememeleri, yönetimi ele geçirdikten sonra tecrübeli ve geniş açıyla bakabilen yöneticilerinin olmaması İttihat ve Terakki iktidarına başarı kazandıramamıştır. Bununla beraber zamanında ve doğru kararların alınamaması ve asker – bürokrat anlayışıyla iktidarın askeri kanadın elinde bulunması tam ve sağlıklı bir sivil yönetimin oluşmasını engellemiştir.

Bookmark and Share

Osmanlı İmparatorluğu'nda Tarikatlar


Osmanlı'da Tarikatlar Osmanlı Tarikatlara Nasıl Bakıyordu

İlber Ortaylı: Bir vakitler Hindistan’dan kaynaklandığı ve İran noktasında yoğun olarak tasavvuf hareketlerinin şekillendiği hatta İran edebiyatının en parlak dönemini tasavvufi düşünceye borçlu olduğu bilindiği halde bilhassa 16. asırda Safevi hakimiyetinden ve Şii caferiliğin resmen din olarak ilan edilmesinden sonra İran kıtasında insanların tasavvufi düşünceyi, hele tarikatları izlemediği görülmüştür.

Tarikatlar Selçuklu ve Osmanlı Türkiye’sine özgün düşünce ve inanç hareketleridir.
Eski devirde, yani Selçuki devirlerde ve bilhassa Selçuki sonrası, İran ve Anadolu Beylikler döneminde bilhassa Akkoyunlular ve Karakoyunlular zamanında birtakım dergahlara ve tasavvufi merkezlere “soyurgal” dediğimiz, bir nevi vergiden muafiyet beratı verildiği görülürse, ki bu doğrudan doğruya tarikatların ve dergahların, devletin politikası, asayiş ve cemiyet düzeninin devamı konusunda bir desteği olduğunu gösterir.

Osmanlı toplumunda dergah, ulema ve şeyh bir üçgen teşkil eder. Bunların arasında her zaman bir armoni, bir uyum yoktur ama bir denge olduğu açıktır.Şurası bir gerçektir, Bursa Osmanlı’nın merkezidir ve Bursa’da yoğun bir tasavvufi düşünce ve tarikat vardır. Bu tarikatların başında Buhara’den gelen Emir Sultanı görürüz. Hala bugün bile ziyaret edilen ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında rolü olan din büyüklerindendir. Aslında Osmanlı ülkesinin adım adım fethinde bir nevi belgeleme tarikat büyüklerinin, evliyanın mezarları, dergahlarıyla kendini göstermektedir.

Şurası bir gerçektir, medrese ve dergah arasında yani meşayih ve ulema arasında gerilim de eksik değildir. Nitekim 16. asırda Çivizade Muhiddin tarikatlara olan düşmanlığıyla tanınır. Hatta o kadar ki, Kanuni Sultan Süleyman bile onun bu aşırı davranışından dolayı kendisini şeyhülislamlıktan azletmiştir; başkent müftülüğünden daha doğrusu. Ebu Suud Efendi’nin tarikatlar konusundaki tutumunu tespit etmek güçtür. Taraftar mıdır, sempati duyar mı, yoksa karşı mıdır? Herhalde dengeli hukukçu kişiliğiyle bu gibi problemi büyütmekten çekinmiştir. 17. asırda bilhassa Vani Mehmet Efendi ki, Haceyi Sultani yani “tuteur imperial” gibi yüksek rütbeye ulaşan birinin dahi tarikatlar hakkında iyi fikirleri olmadığı bellidir. İş devam eder gider.

19. asırda ünlü hukukçu, ünlü tarihçi ve hiç şüphesiz ki Osmanlı medreselerinin son güneşi Ahmet Cevdet Paşa tarikatlar için ne diyordu? Hiç de öyle çok yüceltici bir tavır yoktur. Hatta burada çağdaş insana bir yaklaşım vardır.

Bugün bile devir tarikat değil, hakikat devridir diyenler vardır. Oysa Osmanlı toplumunda tarikat, dergah ve tasavvufi düşüncenin her zaman önemli bir rolü olmuştur. İnsanlar oraya devam ederler. 600 bin nüfuslu İstanbul’da, 300’ü aşkın dergah olduğunu pekala bazı tarikat, tekaye mecmualarından biliyoruz. Bunlardan Mehmet Serhan Tahşi bir tanesini yayınlamıştır. Diğerleri de, hiç şüphesiz ki Mustafa Kara’dır. Mustafa Kara üstadımızla tarikatlar üzerinde konuşmak istiyoruz. Ve kendileriyle bugün hem bu üst konudaki yazılmış kitaplar, hem muhtelif sorunlar, hem Osmanlı toplumunda tarikatin rolü nedir ben umuyorum ki aydınlatıcı bilgiler elde edebileceğiz.

İlber Ortaylı: Şimdi çok enteresan bir şey. Bildiğimiz tarihi kayıtlar ve bilgimiz içinde tarikat geleneği içerisinde, Bursa’da Emir Sultan, Buhara kaynağı Nakşibendiliği’ni, Emir Sultan hayata hakim olmuş, hükümdara hakim olmuş, I. Bayezid’e. Çok ilginç bir şey bu. Bu devam ediyor. Bakıyorsunuz bütün hükümdarlar hatta bizim en sofu bilmemiz gereken II. Bayezid, onun oğlu bütün orta Şark’ın fatihi Yavuz Sultan Selim Han bile ehli tarik. Padişahlar bir iki böyle, hem Nakşibendi hem Mevlevi, adeta Şeyh Türlü gibi birkaç şeyhe bağlı, ki çok normal bir şey bu.

Mustafa Kara: Devlet başkanı için normal bir şey.

İlber Ortaylı: Sonra efendim, şeyler var mesela. Besleniyor tarikatlar. Dergahlar besleniyor. Hep devam ediyor bu. Mesela ben 19. asırda ilginç bir kayıt biliyorum. Ne yaptılar? Üsküdar’daki bir şeyh vefat etti yerine şeyh tayin etmek için oğlunu buldular. Oğlu memurdu, genç yaşta emekli tayin ettiler onu padişah iradesiyle. Bunlar oluyor. Ama öbür taraftan da , bir tarikat ehli Kırım Muharebesi sırasında bayrak açıp gönüllü topluyor diye yasak ediliyor. O kadar değil, aslı asker şubesi. Bunlar çok ilginç şeyler. Acaba bunların üzerinde durabilir miyiz?

Mustafa Kara: Osmanlı Tarihi boyunca Tasavvuf çok renkli bir alan.

İlber Ortaylı: Evet

Mustafa Kara: Özellikle dervişlerle saray erbabının ilişkileri de oldukça renkli. İsterseniz, Emir Sultan’la başladınız, oradan başlayalım. Emir Sultan gerçekten Buhara, Bursa, Bosna hattının çok merkezi bir yerinde durmaktadır. Tabi Emir Sultan’ın Buharalı oluşu bir tarafa, Emir Sultan’ın seyyid oluşu da çok önemlidir Osmanlı için. Dolayısıyla peygamberimizin torunu oluşu ve sadece Buhara ile Bursa değil, Buhara, Rauza ve Bursa’yı birleştiren bir üçgenin ortasındadır. Gerçekten Fatih başta olmak üzere birçok Osmanlı Sultanı Emir Sultan Külliyesi’ne vakıflar bağlamış, maddi imkanlar vermiş ve adeta bu birinci başkentin gerçekten gönül sultanı olmuş. Daha sonraki yüzyıllarda ifade buyurduğunuz gibi, dergahlarla saray arasındaki ilişki genel hatlarıyla müsbettir. Genel hatlarıyla ilişkiler iyidir ve sultanlar teknik olarak A tarikatına, B tarikatına mensup bir mürid bir derviş değildir. Ama devlet başkanı olarak bütün tarikatlara belli bir yakınlıktan bakan yöneticidirler. Bütün genel olay, bu sultanlara şu gözle bakılabilir.

İlber Ortaylı: Bektaşiliğin durumu ne oluyor mesela? O enteresan.

Mustafa Kara: Ama esas olan, devletin özellikle bu yeniçerilikle çok sıkı fıkı oluşu sebebiyle. Devletin Bektaşilikle 1826’ya kadar büyük bir derdi yok. 1826’da bu yeniçerilerle çok içli dışlı olduğu için devlet şunu görüyor. Bektaşiliği yasaklamadan Bektaşiliğin hesabını görmek kolay olmayacak. O kadar iç içedir bunlar. Dolayısıyla devlet, yeniçerilikle birlikte bektaşiliğin de hesabını görüyor.

İlber Ortaylı: Yani dergahın etrafla kurduğu bağlantı, dedikodu, değerlendirme, kanaat önderleri olmaları çok önemli tabii.

Mustafa Kara: Özellikle Yeniçerilerle o kadar güçlü bir bağ kuruyor ki; ama onun dışında devletin çok farklı muamele ettiği bir tarikat yoktur. Aslında Tanzimat’tan sonra da olmamıştır. Devletin gidişatına tavır koyanları da her zaman hesaba çekmiştir.

İlber Ortaylı: Tabii, ama onlar da mesela, daha enteresan bir şey, o da çok çıkmıyor. Demin dediğimiz İsmaili Maşuki dışında. Yani bir sürü mesela kadızadeliler var değil mi? Üstüvani onlardan. Bunlar dert hükümetin başına. Fatih Camii Vakası mesela, Üstüvani takımını sürdüler Kıbrıs’a. Bu gibi şeyler çok görülmüyor. Demek ki tarikatlar hakikaten Osmanlı toplumunda kendi kabukları içinde ve siyasete de gerçekten çok katılmıyorlar. Onlardan bekleneni yerine getiriyorlar.

Mustafa Kara: Yaptıkları iş tabi toplumun ahlak eğitimi, toplumun…

İlber Ortaylı: Önemli. Herkes geliyor.

Mustafa Kara: İnsanların gönül dünyalarına ufuklar veriyorlar. Derinlik kazandırıyorlar.

İlber Ortaylı: En azından zapt-ü rabt altına alıyorlar. Sokaktan insanlar içeride o sayede. Çok enteresan mesela değil mi? Şurada bir Kont Ostrorog vardı 19. yy’da. Tamamen yani Osmanlı İmparatorluğu’nun mali kontrolü dolayısıyla burada bulunan beynelmilel bir uzman. Polonya asıllı. O kadar intibak etti ki o dahi oğlunu Mevlevi dergahına götürdü. Çok enteresan, Mevlevi yaptı oğlunu bir yerde. Herkes yani bütün aristokrasi aynı şeyi yapıyor ama bu bir görünüş tabii.

Mustafa Kara: Siyasi mekanizma ile, saygıdeğer Hocam, dergâhlar arasında bu yakınlığın bir başka sebebi de dergahlar bir kültür merkezi. Yani bu devletin birinci sınıf şairleri bu dergahlarda yetişiyor. Bu devletin birinci sınıf bestekârları bu dergahlarda yetişiyor.

İlber Ortaylı: Evet.

Mustafa Kara: Bu devletin birinci sınıf hattatları bu dergâhlarda yetişiyor. Dolayısıyla devletin kültür merkezi olma hürriyeti de var. Bunlar sıradan bir kurum değildir. Devletin çok önemli bir damarıdır.

İlber Ortaylı: Geçmişte. 19, 20 artık orda da bir çöküntü var herhalde.

Mustafa Kara: Şüphesiz. Devletlerin kurumları kuruluşta nasıl bir coşku yaşarsa …

İlber Ortaylı: Yani mesela bir tipi var, bir şeyh tipi var. Bu böyle, zaman zaman deli dolu çıkan, tok sözlü çıkan devlet büyüklerini bile zemmeden icabında veya

Mustafa Kara: Muhalif tipler var.

İlber Ortaylı: Ama öbür tarafta da gerçek bir mualleme değil bu. Hani anlatır ya Abdülbaki Gölpınarlı Hoca kendi kitabında. Abdüllah-i Berki Hazretlerini Adile Sultan görüyor. Adile Sultan’ın kişiliği mühim çünkü II. Mahmut’un en büyük çocuğu. Yani sık sık Abdülmecit ve Abdülaziz’e dahi, en uzun o yaşadı, erkek olsaydım ben padişah olacaktım. Ama çok kültürlü, dil bilen …

Mustafa Kara: Divan sahibi

İlber Ortaylı: Çok iyi şaire, mûsikîden anlıyor. Kandilli Kız Lisesi de bugün biliyorsunuz aslında onun sarayı. En önemli prenses sarayı da o. O, intisab etmek istedi Şeyh’e gittiği zaman böyle mutantan bir şekilde saray arabasıyla , halayıklarıyla kabul edilmedi. Ne zamanki bunu anladı, basit bir halk kadını kıyafetiyle feracesini kuşanıp gitti. Kapılardan karşılandı ve Şeyh Efendi ne dedi kendisine: ” Adile Sultan olarak giremezsin buraya, Adile Hanım olursan kapılarda karşılarız.”Çok önemli, böyle bir çıkış yapıyor. Bu tabi kimseyi çok rahatsız etmez. Siyasi bir ayaklanma değil, saraya karşı bir tavır değil. Halkın dilinde kulaktan kulağa bugüne kadar gelmiş.

Mustafa Kara: Adile Sultan saraya mensup olup divanı olan tek kadın. Divanında bizim tasavvuf kültürüyle ilgili çok ilginç bir şey yapıyor Hocam. Diğer tekke şairlerinde bu yoktur. 12 büyük tarikat var. 12 büyük tarikatın pirlerine ayrı ayrı şiirler yazıyor. Gerçekten tasavvuf kültürüyle iç içe olan bir kadın.

İlber Ortaylı: Hanedanın büyük halası. Fevkalade marifetli biri. Yani 19. asırdaki prenses tipini de o çizdi tabi. Hem alaturka kültür var, hem alafranga kültür var. Hem emansipe, yani kişilik var. Çünkü yaşayan padişahların, Sultan Murat, Sultan Abdülhamit, Sultan Reşat ve Sultan Vahdettin’in nesi oluyor, halası, her iki taraftan da halası. Bunların bazılarının saltanatını göremedi ama her ikisinin de halasıydı.

Mustafa Kara: Dolayısıyla Hocam, bu tip insanlarla, saray ehliyle dergâh mensupları arasında bir sevgi, muhabbet bağı oluşuyor.

İlber Ortaylı: Şeyi düşünüyorum. Genç Sultan Ahmet, I.Ahmet, kaç yaşında öldü, 23 yaşında öldü. Adam akıllı genç, bugün Amerikalıların teenager dediği yani şabb-ı emred yaşta, genç de bir şeyi var bunun, sevdiği, Kösem Sultan. En mutlu dönemleri. Devamlı karşıda Üsküdar’dalar. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri’ni ziyaret ediyorlar. Ve orada tabi bir nasihat, bir telkin alıyorlar. Siz o dergâhın kazandığı otoriteyi düşünün etrafta. Çok tabi bu bir görünüm. Zannediyorum orta şark tarihinde, bütün İslam tarihinde bunun benzeri manzara az. İstisnai olarak bazı hükümdarların var böyle yaklaşımı; Hindde falan, Humayun’un falan. Osmanlı’da da bu müesseseleşmiş. Hepsi yapıyor bunu.

Mustafa Kara: Ve bir de altı asra yayılması var. Babür Şah da da var bu. Fakat ömürleri kısa. Fakat Osmanlı …

İlber Ortaylı: Babür Şah’ın yok böyle tasavvufla bağı.

Mustafa Kara: Bir muhabbeti var. Mesela Ubeydullah Ahrar’ın bir kitabını tercüme ediyor. Osmanlılar da bu altı asır oluşu istisnai’dir. Ve bu altı asır boyunca, Şeyh Edeb Ali’den Vahdettin’e kadar bütün padişahların böyle bir muhabbeti var. Bu, toplumun tasavvuf kültürü, vazgeçilmez bir kültürüdür çünkü ilim, irfan ve sanatı temsil ediyor aynı zamanda.

İlber Ortaylı: Aynı zamanda itidal cemiyette, itidal çok önemli, o sağlanıyor.

İlber Ortaylı:Şimdi biz geldik 19. asıra. Bektaşilik telvin edildi. Ama yeniden dirildi tabi. Nakşibendilik var. Hükümete çok yakın. Kayyum durumda adeta. Mevlevilik hep devam ediyor, o böyle bir entelektüel tarikat adeta. Onun devamı enteresan. Ecnebilerin bile hayran olduğu ve zaten yapı itibariyle gayrimüslim muhibler de var, dervişler de var.

Mustafa Kara: Bektaşilik’te de var.

İlber Ortaylı: Bektaşilikte zaten var. Bunlarda böyle bir ecnebi çekme hassası var. Hatırlıyorum, İsveç’in son zaman elçilerinden birisi kendi çok anlattığı için söylüyorum, Erik Cornell, Hacıbektaş’ta Pîr Evi’ne gitti. Çilehaneye çıktı. Onu derhal orada benimsediler. O da ondan sonra hayran oldu o takıma. Adeta bir causa honoris üye gibi oldu.

Mustafa Kara: Gönül işi diyorlar ya..

İlber Ortaylı: Bu ne kadar böyle kolay, sarıyor insanları. Ve çok tuhaf. Ondan sonra, en ilginç tarafı, o dergâhlarda kimin neyi ne kadar aldığı, tasavvufi düşünceyi benimsediği de mühim değil. Kimi neyzen oluyor, kimi neyzeni dinliyor. Kimi hattat veya müzehhip oluyor ve yahut onları seyrediyor. Sanata ilgi duymayı öğreniyor. Belli ki, İstanbul halkı, Bursa halkı devam etmiş gitmiş.

Şimdi ikinci bir safhaya geldik. O çok önemli. 15. asırda iki tane fütuhat var Balkanlar’da. Bosna ve Arnavutluk. Bu Arnavutluk süratle, Bosna daha yavaş, İslamlaştı. Yüzde yüz değil tabi. Şimdi burada baktığınız zaman, Bosna’da Bektaşilik yok. Kim geliyor, Kadiri geliyor. Kim geliyor, Mevlevi tabi başta. Nakşî de var, Halvetî de var. Şimdi Kırım’a bakıyorsun, Osmanlı ülkesiyle 13. asırdan itibaren zaten İslamlaşma da oluyor Selçukiler devrinde. Yalnız Memlukların da etkisi var ordaki İslamlaşma’da. Buna rağmen, orada tarikatlar deyince mesela Bektaşiliği görmüyoruz. Kadirilik görüyoruz. Mevlevilik görüyoruz. Biraz değil asıl Mevlevilik. Ve Nakşilik bile var. Bu niye böyle? Niye mesala Arnavutluk’ta bir sürü Bektaşi var. Niçin 17.asırda Girit alınmış bir sürü Bektaşi ve Alevi dedesi var. İkisi biraz farklıdır.

Mustafa Kara: Evet ton farkı var.

İlber Ortaylı: Niye orda onlar var da, mesela Mevleviliği ta 19.asırda Sultan Abdülhamit Aydın Mevlevihanesi’ni görevlendirmiş. Böylelikle Kandiya’da kurulmuş bu ilk dergâh. Niye öyle, bunun bilmek lazım.

Mustafa Kara: Şöyle bir durum var Hocam. Bu sadece Osmanlılar’a has bir şey değil. Tarikatların tarihleri farklı olduğu gibi coğrafyaları da farklı oluyor. Yani bizim Osmanlı’da mesela çok yaygın olan bir tarikat, Türkistan’da olmuyor. Mesela Kuzey Afrika’nın en yaygın tarikatı Şazeviye tarikatıdır. Osmanlı’da yok.

İlber Ortaylı: Evet. Ticanilik yahut. Bize çok geç geldi. Ama ticanilik benim bildiğim 19.yy’ da bile yok Türkiye’de. 20. asırda Dr. Pilavoğlu getiriyor ilk defa.

Mustafa Kara: Mevlana Celaleddin-i Rumi biliyorsunuz Afganistanlı’dır ama Afganistan’da Mevlevilik yoktur.

İlber Ortaylı: Ama zaten o zaman böyle bir şey kurulamaz ki. Oğluyla çıktı bu değil mi?

Mustafa Kara: Çıktı da..

İlber Ortaylı: Kendi de tutunamadı.

Mustafa Kara: Konya’dan yayıldı ya Bosna’ya gidiyor ama Afganistan’a gidemiyor. Niçin? Burada enteresan manevi şeyler var, sebepler var. İnsanların fıtratlarıyla ilgili, bu tarikat mensuplarının gayretleriyle ilgili, çok sebepli bir şey. İnsan psikolojisiyle ilgili.

İlber Ortaylı: Evet mesela mederesenin tutulması lazım.

Mustafa Kara: O da sebeplerden biri olabilir. Mesela bir toplumda medrese kültürü çok güçlü ise, orada Bektaşilerin mesela yaygınlaşması tutulması zordur. Nitekim devlet 1826’da Bektaşiliği yasakladığı zaman, Bektaşi tekkelerini Nakşibendilere verdi.

İlber Ortaylı: Onların kayyumluğuna verdi.

Mustafa Kara: Onlara devretti ki onların tesiri azalsın diye.

İlber Ortaylı: Ne oldu azaldı mı? Yok.

Mustafa Kara: Bir müddet. 20- 30 sene sonra tekrar, aynı şey yeniden devam etti.

İlber Ortaylı: Şimdi ortada büyük bir sorun var. Medrese, yani ulema, ve dergâh , yani meşayih ve dervişân arasındaki gerilim. Bunlar böyle çok hazır lop genellemeler. İstisnası olmaz olur mu. Bir sürü müderris var ki birinci sınıf mutasavvuf. Hatta öyle müderrisan var ki şeyh. Sonra diyoruz ki Bektaşiler, Nakşiler, Mevleviler öyleleri var ki Şeyh Türlüt deniyor, değil mi, hem Bektaşiperest hem Mevlevi. Bugün de böyle. Bir bakıyorsunuz cerrahiyeden. Yani buna müsait bu ortam. Bu mecz edilebiliyor. Bunda bir ayıp yok. Bu bir oportünizm değil. Öyle ulema üyesi var ki ilmiye sınıfından, son derece hoş mutsavvuflar bunlar veya ilmiyeden ama tekkelerin o kadar da aleyhinde değiller. Tasavvufi düşünceyse, örneğin Cevdet Paşa tipik örneği. Alakası olmadığı belli ama yaşayış itibariyla katiyen öyle karşı da değil. Taraftar olanı da çok tabi. Şimdi bunu anlamak lazım. Bu çok önemli bir şey. Ve 19 yy.’da modernist dediğimiz bir İslam var. Hukuka dayalı. İçtihatlara, içtihatlar arasındaki birleştirmelere, Cevdet Paşa onların başında gelir. Ve yeni bir hayatı, modern bir dünyayı buna göre oturtan ve yorumlayan bunlar dışında. Bir de böyle İttihatçılar gibi, böyle Melamilik, Bektaşilik, Mevleviliğe hayran Muhibban diye gazete çıkaran, ama bir yandan da anayasacılık, “franc-maçonnerie” üyesi olan böyle bir karmaşa. Değişen medrese var, kendini dünyaya uyduran tarikat ve dergâhlar var ve çökeni var. Ne diyorsunuz bu çökmeye?

Mustafa Kara: Bu çökmeye isterseniz sonra gelelim. Önce bu farklı anlayışlara bir temas etmemiz gerekiyor saygıdeğer Hocam, bendeniz bu medrese anlayışıyla tekke anlayışını şöyle anlıyorum.Bütün toplumlar için böyle aslında, sadece İslam toplumları için değil. Bütün toplumlar kendi mukaddes metinlerini farklı algılıyor. Bu, insanın fıtratıyla ilgili. Herkes kendi mukaddes metnini bazen çok mistik bir şekilde yorumluyor. Bazen ise çok rasyonel bir şekilde yorumluyor. Bu, İslam kültürü için de söz konusudur ve tasavvuf işte Kuran’ı, İslam’ın klasik metinlerini mistik yorumlara tâbi tutarak kendine bir yol bulan bir anlayış. Medrese ise daha rasyonel, daha farklı açılardan bakan bir yolu tercih ediyor, dolayısıyla orada bir çatışma vardır doğrudur. Sizin de ifade buyurduğunuz gibi çok genel bir çatışma değildir. Yani müderrislerin büyük bir kısmı Cevdet Paşa gibi tasavvufa hürmetkârdır, kendisi bir derviş değilse bile. Dervişlerin, mutasavvufların bir kısmı da medreseyi bitirmiş, işte Aziz Mahmut Hüdayi gibi, o dönemin kadısı olmuş..

İlber Ortaylı: Veyahut son dönemde Bayezit Kütüphanesi’nin müdürü İsmail Sait Efendi gibi.

Mustafa Kara: İsmail Sencer gibi.. Yani bunlara biz bu iki ilmi biraraya getiren büyük şahsiyetler..

İlber Ortaylı: Yani şeriat ve tarikat veya ilim ve irfan…

Mustafa Kara: Hepsini mecz ediyor. Şimdi çöküşe gelirsek. Çöküşte aslında Tanzimat döneminde olsun, özellikle II. Meşrutiyet döneminde olsun , 1909-1919 arasında çok ciddi bir tartışma vardır Osmanlı kroniklerinde. Soru şu : Tekkeleri ne yapacağız? Dergâhları ne yapacağız? Tasavvufi hayat ne olacak?
Bütün mecmuaların ana konularından biri budur. Buna değişik cevaplar veriliyor ama tabi ki Suficiler biraz farklı cevap veriyor, Türkçüler, Batıcılar, İslamcılar … Fakat hepsinin ortak bir kanaati var. Sufiler dahil hepsi şunu söylüyorlar: Tekkelerde bir çöküş var, gelin bunun sebeplerine bakalım ve çarelerini bulalım. Bu konuda hepsi ittifak halinde, bunu itiraf ediyorlar. Ve çöküşün sebeplerini de tartışıyorlar gayet tabi. Öne hangisi çıkıyor? Birçok sebep var. Sufiler’de dahil, hepsinde öne çıkan birinci sebep saygıdeğer hocam, tekke şeyhi olan insanların yetersizliği. Buradan meşhur terim ortaya çıkıyor, “beşik şeyhliği”. Hani beşik ulemalığı var ya, bu, bir dönem sonra beşik şeyhliği diye bir terimle de bizi karşılaştırıyor. Yani Şeyh Efendi ölüyor, yerine kim geçecek?

İlber Ortaylı: Demin verdiğim örnek oğlu mutalaka.

Mustafa Kara: Evet tabi..

İlber Ortaylı: Ama insanı hayrete ve hayranlığa düşürenler de var. İşte Hüseyin Fahrettin Dede. Sadettin Arel gibi , Rauf Yekta gibi insanları çekmiş. Mûsikî bilgisi, Batı mûsikîsini de öyle biliyor ki, zaten onlar Almanca, Fransızca biliyor. Çünkü solfej ve mûsikî ilmini takip etmenin başka ölçüsü yok. Yani mesela şeyhlerden değildir ama ulemadan Elmalılı Ahmet Efendi Fransızca’yı kendi fevkalade iyi öğrenmiştir. Cevdet Paşa öyleydi..

Mustafa Kara: Bir dönem en enteresan Osmanlı son dönemde büyük insanlar var. Hem mederese ilimlerinde, hem tasavvuf ilimlerinde hem de sanatta . Muhammed Hamdi Yazır aynı zamanda hattatmış.

İlber Ortaylı: Ben Ahmet Hamdi Yazır dedim galiba özür dilerim.

Mustafa Kara: Aynı zamanda şair hocam. Bütün ilahiyatçılar şunda ittifak, 20. yüzyılın en büyük müfessiri.

İlber Ortaylı: Dirayet tefsiri yapıyor. Yeni bir yoldur.

Mustafa Kara: Osmanlıların bu çöküş asrına rağmen , Osmanlının son dönemlerinde çok güçlü kafalar yetişti.

İlber Ortaylı: Tabi medreselerin bir kısmı çöktü, bir kısmı yeni . Böyle şeyler var. Hukuk takımı kendini başka türlü, muhakkak ki ayrı bir fasıl tartışmak için ilerde. Onun üzerinde duracağız herhalde.

Türkiye yaşayan bir toplum. Devamlı kendisini yenilemeyi biliyor. Eskiyen şeyi değiştirmeyi biliyor. devam ediyor tarih yolunda.

Mustafa Kara: Tarihi tecrübesi var.

İlber Ortaylı: Yani düşünce ve inanç dünyası da bunun pek dışında değil. Öyle olduğu anlaşılıyor.

NTV, İlber Ortaylı ile Tarih Dersleri.

Konu: Osmanlı’da tarikatlar
Konuk: Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tasavvuf Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi, Prof. Dr. Mustafa Kara

Bookmark and Share